Ulus Gazetesi – Söyleşi - 2016
17.yüzyıldan bu yana Türk toplumunda diliyle, inancıyla, düşünce ve yazısıyla ciddi hasarlara oluştuğuna inanan, bu nedenle öz benliğine dönüşmek amacıyla Türk sanat tarihini derinlemesine inceleyen bir hat sanatı ustası Hayri Tekgöz. Gazetemiz yazarı Habib Yazıcı’nın bu değerli araştırmacı ve Arap alfabesi yerine Göktürk alfabesi kullanarak hat sanatı ustası Tekgöz’le yaptığı ilginç ve zevkli söyleyişi okurlarımızın dikkatine sunmak istedik.
Habib Yazıcı : Kolay yoldan ün, para, saygınlık kazanmak varken neden çok zor ve sıkıntılı olanı seçtiniz? Şunu demek istiyorum; Arap abecesine dayalı güzel yazı yazma yöntemi ile yazıp kısa anda büyük para, ün kazanabilecekken neden Göktürk abecesi ile güzel yazı yazma yolunu seçtiniz?
Hayri Tekgöz : ‘’Dedemin babası, Sakarya savaşında dokuz yerinden vurulur ve biri sol gözüne isabet eder. Soyadımız olan “Tekgöz” buradan gelir. 17 yıldır büyük bir kararlılıkla elimde taşıdığım kalemi taşıyor gibi yaşıyorum bu soyadı ile…’’ İlk sorunuza böyle giriş yapmayı uygun buldum. Çünkü bunu; yazı yolculuğumu özetleyen en önemli bir yazgı(m) olarak düşünmüşümdür. Öncelikle belirtmeliyim ki Ulus Gazetesi’nde söyleşi yapmak benim için büyük bir onur ve sizlerin düşünce yazılarınız yanında sanat penceremle aranızda yer almaktan mutluluk duymaktayım. Okuyucularınız karşısına çıkmak ise bana ayrıca tecrübe edinimi kazandıracağından hiç şüphem yok. Bu anlamda şimdiden teşekkür ediyorum. Değineceğim konular elbette günümüzde yaşananları da kapsamaktadır. Lâkin tablolarımda en az 2500 yıl öncesinden günümüze tarihimizi taşıma gayreti gösterdiğim için, günümüz gözüyle toplum içerisinde pek algılanamadığını düşünmekteyim. Geçmişimiz hakkında bilgi sahibi olunursa ancak o vakit tablolarımdan yarar sağlanılabilinir, Yeni ve gelecek neslimize birtakım mesajlar verebilir. Ortaya koymakta olduğum yapıtların tümünü bir araya getirerek incelenirse işte Türk tarihimizin dönemlerini görmüş olacağız. Sanat başlı başına dert edin(il)me biçimidir. Ben bunu Yunus Emre’nin neleri dert edindiğine bağlayarak o yolu tercih ettiğimi ve bununla kalmayıp kimiz, neyiz, nereden geliyor nereye gidiyoruz’un cevabını arama, yol yordamını dert edindiğimi açıkça söyleyebirim. Kimi soruların cavabını sözlü olarak duymak zordur ki sanatkârlar tüm anlatımlarını sözle değil, eserleriyle ortaya koyarlar. Izdırabı, sevinci, eleştirisi, hatta savaşı ve barışı ortaya koyduğu tablo ya da bestesiyle dile getirir. Kişisel olarak eserlerimin üretiminde Polyanacılık, çiçek böcek anlayışıyla yoğrulmuş dünya sisteminin cicili bicili gösterişlerinden uzak kalarak cenke çıkmış bir atlı olarak görmüşümdür kendimi. Kalemimi, kağıdımı kuşanıp demeli ki İlteriş Kağan’ın bir er’iyim. Bu bağlamda ”bir eser etliye-sütlüye dokunmuyorsa, kusurlu bir yapıttır” anlayışını önemserim. Bu aforizma-özdeyiş ilkelerimdendir. Yazı yolculuğumda dedem ve babaannemin büyük katkıları-etkileri vardır üzerimde. 7 yaşımda iken dedemden Kuran-İslami İlimleri ve babaannemden Türk tarihine yönelik Yunus Emre ve Osmanlıca’yı 12 yaşlarımda öğrenme olanağı buldum. Bu vesileyle çokça etkilendiğim Karacaoğlan’a ulaştım. Dolayısıyla Arap harflerine alışık olmuşluğum küçük yaşlarımda başlar. Bugünkü Türklük düşüncesinde ve ilmi alanlarda bulunuyor olmak ve bir yazı bilimcisi olmaktaki en büyük destek ve eğitimim, bu iki bilge kişi sayesindedir. 20’li yaşlarımda Çağdaş Türk Edebiyatı ve Türk fikir adamları okumaları ile gelişti. Sonra en başa döndüm ve babaannemin “Yunus Emre” derken neyi vurgulamak istediğini ancak 27’sinde yeni yeni kavramaya başladım. Yunus beni benden aldı. Gönül ve düşünce dünyamda bu olup bitenler bende bir kapıyı araladı. Kapıyı açtım, gördüm ki bir Bilge var adına Kağan demişler, Oğuz demişler. Dedem dedim, babasını Sakarya Savaşı’nda şehit vermiş. Biraz daha çalkalandım. N’oluyor biz kimiz siz kimsiniz? Karşımda Kaşgarlı’yı buldum çünkü Dedem Korkut gibi nasihatleri hep “Ey Oğul” ile başlardı ve beni her zaman siyasetten uzak tutarak milli bir bilinç dairesinde gözetmiştir. Babam mı, beni hiç görmedi, annemin karnındaydım. Adımı “Haydar” koyacaklarmış, dayanılamayacağı için kulağıma Hayri olarak fısıldanmış. Durdum ama ayrıca da irkildim. Yine olup bitenlere hayretle bakıyordum. “N’oluyor?” dedim, irkilerek başımı kaldırdım. Gördüm ki bu titreme beni “Ey Türk! Titre ve kendine gel” sözüyle yeniden diriltti… O gün bugündür Ertuğrul Gazi’yi, Alparslan’ı, Kağanım Oğuz’u yeniden keşfederek dost oldum. Sonra mı? Heybemdeki suskunluğum beni bir yazıyla YOLCU kıldı. Vatan dedim ve tüm sustuklarımı yazmaya koyuldum. Bugün ise geldiğim noktada dünden bugüne Türk tarihinde kullanmış olduğumuz bütün harflerle sanat yapıyorum. Soğd, Kiril, Tibet, Uygur, Latin, Kızılderili, Arap, Braille, Mors Telgraf, Çivi Yazısı, Sekel ve Davanagari gibi yazı düzenekleri içerisinde sanat yolculuğu olarak en çok önemsediğim Göktürk damgalarıdır. Yukarıda sözünü ettiğim yaşanmışlıklarım beni bu kutlu yolda bir yolcu yaptı diyebilirim ve fakat kimi sorular, düşünceler dil ile anlatılamaz. Ben bu durumu yaratıcı ile kul arasında gelişen bir tür bağ ya da sır olarak etkileşim sağladığını düşünüyorum. Sizin elinizde değildir bazen… Hele ki kadere inanıyorsanız, yazgınız yazınızla bütünleşir. Günümüzde Göktürk damgalarını okuyamıyor insanlar ama bir tabloma baktıklarında kendilerini Bilge Kağan döneminde hissediyorlar. Bana öyle geliyor ki acılarla, cenklerle yaşamış olan bu Türk Ulus’umuz, günümüzde adaletin, sevginin, liderliğin ilim ve bilim deryası içerisinde sevi ile içimizde büyük bir özlem taşıyoruz. Bu gibi duygular milli bir şuur içerisinde yazı çalışmalarımın yolculuğunu belirledi.
Habib Yazıcı : Bir anlamda arı kovanına çomak soktunuz. Kurulu bir düzene aykırı bir yola girdiniz. Bu yolda olumlu-olumsuz ne tür tepkilerle karşılaştınız? “Türküm” demenin, bunu dillendirmenin faşizmle, kafatasçılık, soykırımcılıkla eşdeğer görüldüğü bir ortamda köklerimize, özümüze dönüş sayılabilecek köklü ve renkli bir atılıma sizi iten koşullar ya da gerekçeler nelerdir?
Hayri Tekgöz : Arı kovanı benzetmeniz çok onat (muhteşem). Sanırım sıradan biri olmayı inkâra yeltendim diyebilirim. Yani sıraya sokulmuş bir sanatkâr değil, sırasını yeniden kendi tarihinden ilham alarak bu bilinçle kendi tarzını ve cesaretini yine bu milletin atasından alan bir şuur ile dirilmiş çizginin yolu, yordamı, yolculuğu ve yoldaşı olmayı tercih ettiğimi belirtebilirim. Tam bu noktada Bilge’m Kağan’ımın şu sözünü dile getirelim ”Ey Türk! Üstte gök çökmedikçe, altta yağız yer delinmedikçe senin ilini ve töreni kim bozabilir?” Şu sözün edebine, ihtişamına bakar mısınız… Etkilenmemek ve ibret almamak elde değil. Bu duygularla her birimizin vatanımıza borçlu olduğunu, Sakarya, İstiklal Harbi ve Çanakkale’de şehit düşmüş dedelerimizin yüzüne bakabilmek adına her bireyin bu topraklara bir şeyler borçlu olduğunu ve yine bu toprakların değerini artırmaya yönelik işler yapma gayreti göstermesi gerektiği düşüncesi benim yaşam ülkülerimin başında gelir. Çünkü ben bir şehid oğlu torunuyum… 17. y.y.’dan sonra Türk toplumunda diliyle, inancıyla, düşünce ve yazısıyla ciddi hasarlar oluştuğuna inanmaktayım. Toprak, ekonomi ve siyasi gücün zayıflığa doğru yönelmesiyle bir tür çöküşe geçen Osmanlı dönemi, yerini tekrar bir Türk Devleti olan Türkiye’ye bırakmıştır. (Burada belirtelim Türkiye adı 1923’de değil, 10. y.y.’da da söyleniyordu. Yani Türkler durduk yere 1923’de belirmedi. Birçok devletimiz yıkılmıştır ya da bir sonraki adıyla yaşamını sürdürmeye devam etmiştir. Şunu söylemek istiyorum; Resmi tarih 1071 olarak bilindiği günden bugüne devam eden bir millet var, adı da Türk’dür. Ziya Gökalp der ki; ”Osmanlı edebiyatı olmaz, yani devletin değil; olursa milletin edebiyatı olur.” Bu bağlamda “Türk edebiyatı” diyebileceğimiz gibi Türk devleti, Türk yazısı, Türk düşüncesi, Türk sanatı demek her bakımdan geçerli ve yerindedir. Olumlu ve olumsuz tepkilerle maalesef hâlâ karşılaşmaktayım. Bu sorunuzu aydınlığa kavuşturmak adına biraz geniş bir tarihi süreç çerçevesi çizmem gerekiyor. Öncelikle şunu bilmemizde yarar var. Misâl; bir fincan kahveyi ele alalım; elinizdeki fincan aynı marka ve aynı model, aynı biçimde varsayın. Bu fincan ile bir Avrupalının içtiği kahve ile bir Türk’ün içtiği kahve aynı mıdır sizce? Elbette hayır. Çünkü bizim “Türk kahvesi” dediğimiz bir lezzet ve yapım-yordamı vardır değil mi? Bu sadece Avrupa için değil, Arap dünyasıyla da farklıdır, Çin kültürüyle de farklıyızdır. Ortak ya da benzeş hususiyetler olabilir ama ne olursa olsun Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi; biz bize benzeriz. Biraz usumuzu (akıl) düşüncelerimizi çalıştıracak olursak bu gerçekten böyledir. Ne doğulu ne batılı (asimile olmadığımız sürece) başka bir millete ulusa ayak uyduramıyoruz. İşte bu noktada TÖRÖK, TÜRÜK, TÖRÜK dediğimiz mesele belirir. Yemeği, kültürü, inanç değerleriyle bir yaşam biçimi olan bizler. Dolayısıyla bugün Latin harflerini Roma medeniyetine ve Avrupalılara atfediyor olsak da, sanat olarak uygulama biçimimiz de farklıdır. 20 ülke gezen ve yazı görevinde bulunmuş biri olarak çok net söylüyorum. Bizim latin harfleriyle uyguladığımız (kuyruklu ya da süslü) olarak bilinen yazı Türk Güzel Yazı Sanatı olarak bilinir. Batı ülkelerinde bana yazı yazdıracakları zaman şöyle diyorlar ”Türkish Calligraphy” yani Türk Kaligrafisiyle yazın diyorlar. Anlatabiliyor muyum? Arap harfleriyle yapmış olduğumuz Hüsnü Hat sanatı da tamamen Türkler tarafından geliştirilip bütün İslam Milletlerine mâl olmuştur. Şu sözü hatırlayalım. Kuranı Kerim Mekke’de nazil oldu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı.” Ve hâlen bu böyledir. Yani Türk hat sanatıyla Arap hat sanatı farklıdır. Fincan örneğinde olduğu gibi. Bunu özellikle anlatmak istedim. Çünkü Göktürk damgalarıyla bir çalışma yaptığım zaman Arapça’ya benziyor diye olumsuz eleştiriler almaktayım. Biraz yazı medeniyetimizi tanırsak bu sıkıntıların düzeleceğini düşünüyorum. Bunun yanısıra dünyadaki bütün harflerin kendine göre bir biçimi ve çizgi akışı vardır. Hangi harf olursa olsun onu hat sanatına uyarlamak ancak ve ancak harfin başlangıç ve bitiş noktasıyla ilintilidir. Bugün dünyada Hattatların babası olarak bilinen Amasya’lı bir Türk olan Şeyh Hamdullah’tır, Hamid Aytaç’tır, Ahmet Karahisari’dir, Necmettin Okyay’dır, Halim Özyazıcı’dır ve Cumhuriyet dönemimizin son Üstatlarından Emin Barın’dır. Arap harfleriyle Türk hat sanatı yapmışlardır. Bugün siyasi ya da düşünce çeşitliliği ve karmaşası yaşandığı için aklımız kavramları oturtamıyor maalesef. Şimdi diğer başka bir sıkıntılı durumu izah edeyim. Göktürkçe yazdığım için harflere ırkçılık, Türkçülük, faşistlik karıştırıyorsun gibi tepkiler almaktayım. Tengri yazmak mesela birilerine çok garip ve hatta Tanrı sözcüğü kabullenilemiyor. Hâlbuki Kuranı Kerimin ilk Türkçe çevirilerine baktığınızda orada ”Övgü Tengri’yedir” deniyor. Sen sanatını yap, bu konuları işleme deniyor. ”Konuşmaya tâkatim-gücüm yetmediği için, Tanrı bana yazmayı nasip etti ve ben tüm sustuklarımı Vatan diye yazan bir yolcu oldum.” diye geçer içimden. Asıl sıkıntı milliyetçi bir duruşumun olmasından kaynaklandığını çok iyi biliyorum. Çünkü içinde bulunduğumuz dönem sıkıntılı. Bizi bize bırakmıyorlar ki bir şeyleri açıklamaya çalışmaktan işimize bakacak vakit bulamaz duruma geldik. Siyasetten uzak duran bir yapım var. Ben ailemden böyle gördüm. Yurduma, Devletime, İnsanımıza, sanat ve ilim deryasıyla bir damla hizmet edebiliyorsam ne mutlu. Bir sanatçının düşüncesi, sözü ne ise, ortaya koyduğu eser de öyle olmalı. Ama bana bunu çok görenler oluyor. Aslında dillendirilemeyen şu; kimileri dünya sisteminin yönlendirmelerine takılı kaldıkları için açıkçası kendi iç ve dış dünyalarında sıkıntıları var diye düşünüyorum. Bunu da çok görmüyorum. Bize düşen çalışarak, geçmişimizi, yazılarımızı ve yapıtlarımızı insanlara güzellikle sevgiyle aktarabilmek. Bizler dün de bu gün de Milli ve Devletçi bir duruşa sahip olan kişileriz. Tarihte de bu hep böyle olmuştur. İster damarlarımızdaki asil kandan dolayı dersiniz, ister Yaratıcının bizlere verdiği bir lütuf-güzellik dersiniz.
Habib Yazıcı : Geldiğiniz yer bakımından Göktürkçe ile Göktürkçe güzel yazı sanatına bakış,ilgi nasıl ?
Hayri Tekgöz : Göktürkçeye başlamadan önce dünyada kullanılan alfabe, abc yazı düzeneklerini çokça inceledim. 70’in üzerinde dünya dil ve yazılarıyla çalışmalar yaptım. Kiril, Latin, Arap ve Uygur yazılarıyla çalışmalarımı devam ettirdiğim süreç içerisinde kendimi Orhun Yazıtlarında buldum. İlk zamanlarda çok zorlandım. Çünkü bugün siz Latin, Arap, Çin, Japon gibi harflerle güzel yazı sanatı yapacak olsanız, önünüzde yüzlerce yazı örneği bulur ve onlara bakarak esinlenebilirsiniz. Ama benim böyle bir imkanım olmadı. Yani Göktürk harfleriyle Hat sanatı yapıldığı bu güne kadar görülmemiştir. Allah bana bunu nasip etti. İç dünyamda bir nen-şeyler kıpırdadı. Kitapçılar, Kütüphaneler gibi nereye bakacak olsam hiçbir örnek bulamadım. Vaktiyle uyarlamaya başladım. Öncelikle meslektaşlarım ”Göktürkçe ne işe yarayacak” gibi sözler söyleyenler oldu ve garipsediler. Yılmadım ve dedim ki gün gelecek Türkiye’de ve dünyada Göktürkçe Güzel Yazı Sanatı yerleşecek. Öyle de oldu. Şimdi benim yazılarımdan esinlenerek yazmaya başlayanlar oldu. Bu durduk yere oluşan bir şey değil. Yıllarca mücadelesini verdim. Gittiğim ülkelerde ve kendi özyurdumda yüzlerce söz ve adlar yazdım. Dolayısıyla toplumda arz-talep oluştu. Bu inanılmaz, sözle tarif edilemez müthiş bir duygu benim için. Öncü olabilmişsem ne mutlu. İleride benden daha iyi yazanlar da çıkacaktır elbet. Atalarımın dedelerimin mirasını bu denli oluşturabilmiş olmamı öncelikle Türk Ulus’una ve bu milletimizin yüce inançlarına, duygularına bağlıyorum. Karaca Oğlan’ın, Yunus Emre’nin, Bilge Kağan’ın, Kaşgarlı’nın, Yusuf Has Hacib’in, Dede Korkut’un, Ahmet Yesevi’nin, Atatürk’ün, Sultan Alparslan’ın, Fatih Sultan Mehmed’in… okadar etkili ve nasihat dolu sözleri var ki onları yazmaya kalksanız bir HATTAT olursunuz gerçekten. Demeli ki ”güzel yazıyor oluşum kalemimden değil, Vatanımın güzel oluşundandır.”
Habib Yazıcı : Yapmış olduğunuz çalışmaların Türk kültürüne, halkın bilinçlenmesine katkı sağlayacağını-sağladığını düşünüyor musunuz? Yoksa bu özellikle gençler arasında bir heves mi?
Hayri Tekgöz : Yazmanın yanı sıra demirbaş diyebileceğimiz köklü yapıtlarımızı da inceliyor ve çevirilerini yapıyorum. Göktürkçe, Osmanlıca, Kiril, Braille, Arapça, Uygur, Sekel, Mors Telgraf, Tibet gibi 13 yazıyı bildiğim ve uzmanlık alanım olduğu için bu eserleri çevirmek hem keyifli ve hem de gençlerimize büyük yarar sağlıyor. Örnek verecek olursam. Toplumun algısında şöyle bir şey var. Sanılıyor ki Göktürkçe’den sonra Osmanlıca’ya geçtik. Hayır, Uygurca olarak bilinen 18 harfli Soğd yazısını belki de Osmanlıca kadar bir süreç boyu kullandık ve daha sonradan Osmanlıca (Türki Lisani) olarak bilinen yazı biçimine geçtik. Birçok çalışmalarım üniversitelerde soru olarak çıkabiliyor öğrencilere. Ve çalışmalarımı takip eden öğrenci arkadaşlardan çokça tebrik ve teşekkür alıyorum. Buna şahit olduğum için evet, günümüz ve gelecek neslimize yararlı işler yaptığımı tüm kalbim ve içtenliğimle söyleyebilirim. Demem o ki gençlerimiz çok hızlı ve dinamik. Sadece biraz televizyon ve internet ortamlarını iyi yönde değerlendirirlerse tavsiyem bu olur.
Habib Yazıcı : Türk dili derneği ile eş güdümlü olarak yaptığınız çalışmalardan ,gelecekte yapmayı düşündüğünüz çalışmalardan bahseder misiniz ?
Hayri Tekgöz : Türk Dili Derneği Genel Başkanımız Gökbey Uluç. Ayrıca benim bu yolculuğumda tanıştığım en değerli hocalarımdan biridir. Ben de Bursa Birim Başkanıyım. Daha önceden kişisel olarak üniversitelerde söyleşilerimiz oluyordu. Bir yılı aşkın süredir kurumsal olarak eğitim öğretim ve sunum olarak gençlere ve halkımıza katkılarda bulunuyoruz. Özellikle İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından derneğimize 40 okul verildi. Dernek çalışanları olarak tüm arkadaşlarımız bu okullarda söyleşilerde bulunuyorlar. Ayrıca kitap ve internet üzerinden de kültürümüz hakkında anlatımlarımız devam ediyor. Benim dernekteki yetkinliğim yazı bilimi, araştırma ve yapıtlarımız üzerine inceleme ile sanat üzerinedir. Derneğimizin adından da anlaşılacağı gibi Türkçe odaklı, geçmişten günümüze lehçeler ve kültürümüze yönelik günümüz ve gelecek neslimize hizmet etmektir. Bu bağlamda Devletimizin kurumları ve özel kuruluşlarla irtibat halinde olarak tüm üyelerimizin gönülden çalışmalarıyla büyük bir azim ve içtenlikle devam etmekteyiz. Ayrıca ileride Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan olmak üzere tüm Türk dünyası ile birlikte ortak çalışmalar yapmayı amaçlıyoruz.
Habib Yazıcı : Türk dili derneği ülkemizin değişik kentlerinde Göktürkçe öğrenekleri ile (kurs) sunuları düzenlemekte. Bunlarla ilgili düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz ?
Hayri Tekgöz : Bugüne kadar 10 binin üzerinde kişiye ulaşmış ve sunumlar yapmış bulunmaktayız. Göktürkçe ciddi anlamda ilgi çekici geliyor insanlara. Aslında adını bildiğimiz Latin, Arap, Kiril, Uygur-Soğd ve Göktürkçe yazı düzenekleriyle çokça karşılaşılıyordu. Fakat geçmişimize ait olan değerlerimize pek yönelinmediği için açıkçası toplum olarak pek ilgi gösterilmiyordu. Bugün Türk Dili Derneği olarak arkadaşlarımızla birlikte bu yazı düzeneklerimizi bir bakıma halkın içerisine indirgedik. Daha önceden genelde sanat camiasında ya da akademik alanlarda biliniyordu. Bizim etkili oluşumuzun bir nedeni budur, yani halkımızın her kesimiyle iç içe olmak. Bu sorunuzu ayrıca derneğimizin sloganı diyebileceğimiz İsmail Gaspıralı’nın sözüyle noktalayım. ”Elinden ne iş geliyorsa önce onunla işe başla.” Bize düşen anlatmak, sevmek, sevilmek, duyurmak ve gayret etmek.
Habib Yazıcı : Hayri Tekgöz ile Göktürkçe güzel yazı,Türk kültürü ilişkisini kısaca toparlayabilir misiniz? İlginize teşekkür ederiz.
Hayri Tekgöz : Göktürkçe konusu benim için olmazsa olmazlarımdandır. Evet birçok yazıyla çalışmalar yapıyorum fakat iç dünyamda öyle bir rüzgar esiyor ki beni, Bilge Kağan’ımızın yanındaki Bedizci-Hattat olan Yollug Tigin’e dost ve yoldaş kılıyor. Bu damgalarımız her ne kadar yüzyıllarca kullanılmamış olsa da bunu bugün yeniden ortaya çıkartıp sanat olarak işliyor olmak benim ruhumla, gönül dünyamla bir bütün oldu. Yüce Yaratıcı’ya ne kadar şükretsem azdır. Bir anne düşünün, evladını kaybetmiş ve yıllar sonra onu buluyor. İşte bendeki Göktürkçe sevdası böyledir. Ülkemizde Arap harfleriyle yapılan Hüsnü Hat sanatı ve Latin Harfleriyle yapılan Kaligrafi sanatı vardır. Sanırım ben ne sağıma ne de soluma takılı kalmadan yeni bir ekol-yol açtım diyebilirim. Bir başarım varsa Milletimizin yüce değerlerindendir. Bana düşen bu işe gönlümü verip üzerime düşen bilinci aktarmaktır. Bunun dışında üzerinde çalışmakta olduğum ve benim için vazgeçilmez olan inceleme çalışmalarım var. Onları da belirtmek isterim. Orhun Yazıtları, Sümerce, Divanü Lügatit Türk, Kutadgu Bilig, Atabetül Hakayık, Dede Korkut, Mesnevi, Kuran İnceleme ve okuma, Nutuk, Yunus Emre, Karaca Oğlan, Ahmet Yesevi, Dede Korkut, Irk Bitik ve kendime ait şiirlerle beraber Türk Yazı Sistemleri üzerine Güzel Yazı Sanatı kitaplarım. Dünden bu güne kültürümüzde yer alan tüm değerler diyebiliriz. Göktürk damgalarımızı incelediğinizde her biri döneminin izlerini taşımaktadır. Ant damgası yemin etmek yemin içmekle ilgisi vardır. Er damgası bir asker duruşudur. S damgası bir süngü. Ay ve Yay damgası, Ok ve At damgaları gibi her biri o dönemde göçebe ve savaşçı olan milletimizin değerleriyle, yaşam biçimiyle iç içe ve bütünlüğü vardır. Ayrıca inanç bakımından çokça anlatılan GökTengri meselesi de toplumun ve yönetim biçimimin Yaratıcıyla muhakkak bir bağ kurduğunu görmekteyiz. Ayrıca Orhun yazıtları ve diğer yazılı taşlarımızı incelediğimizde bize ciddi bir edebiyat dünyasını taşır. ”Kan çekiyor” diye bir tabir vardır. Bu damgalar ve taşlar bize bir medeniyetin izlerini taşımaktadır. Başınızı çevirip biraz bakacak olursanız muhakkak kendinizden bir şeyler bulacaksınızdır. Günümüzde antlaşmak, sözleşmek vardır. O dönemde bunu AND damgasından da görebiliyorsunuz. Elbise ütülemek, uzun yola gidecek olan bir yolcunun ardından su dökmek, türbe ve mezar uygulama biçimlerimiz o dönemde de vardı şimdi de var. Yaşamımızda uyguluyoruz ama çok eski kültürümüzden beri geldiğinin farkında değiliz sadece.
Habib Yazıcı : Son olarak eklemek istediğiniz var ise buyurunuz.
Hayri Tekgöz : Sizlere ve Ulus çalışanlarına çok teşekkür ediyorum. Okuyucularımıza da esenlikler diliyor ve Göktürkçe Güzel Yazı Sanatı yapmak istiyorlarsa şimdiden damgalarımızı öğrenmeye başlayabilirler diyelim çünkü bu konuyla ilgili eğitim-öğrenek kitabımız hazırlanmakta. Son olarak Gaspıralı’nın ‘’Dilde, fikirde işte birlik’’ diyelim. Var olun.
Ulus Gazetesi
Yazı Yolcusu ile Söyleşi
30 Mayıs 2016
.